Dr. C. Cengiz Çevik (Klasik Filolog) – Blog

Birtakım filolojik hassasiyetler: Eskiçağ ve günümüze dair kişisel okumalar ::: İstanbul Üniversitesi, Latin Dili ve Edebiyatı bölümü, Dr.

James Hollis, Cennet Projesi’nden "Eros, Yansıtma ve Büyülü Öteki"

Hesiodos’a göre, Eros, Kaos’tan doğmuştur. Dolayısıyla, ilksel sudan şekle doğru, bağlantıya doğru, yaratılışa doğru bir enerji birleşimi ortaya çıkmıştır. Bir başka geleneğe göre Eros, her ikisi de arzudan bir şeyler anlayan Afrodit ile Ares’in birleşmesinden doğmuştur. Eros’un Latince Amor’a ve Cupid’e kültürel dönüşümü iyi bilinir. İlki, sözgelimi, ortaçağın şövalyece aşk geleneğinde ve Minne-şarkıcılarında, ikincisi de, arzunun yaralayıcı oklarını taşıyan küçük okçuda mevcuttur. İçinde bulunduğumuz yozlaşmış çağda, Eros, son derece enerjik, yaralayıcı tutkudan, bebek bezine sarınmış, oyuncağa benzeyen bir ok ve yayı olan, tebrik kartları ile grafiti sanatına çok yakışan tombul bir çocuğa dönüşmüş durumdadır. Evet, her güzel şey, tek yönlü, karşıtıyla dengelenmeksizin sunulduğunda, şeytanileşebilir. Cupid aç gözlülüğe, arzunun aşırılığına dönüşür. Çoğu klasik tanrının yazgısı da bu olmuştur; Jung’un, nevrozu, yaralanmış tanrılar olarak nitelendirmesinin nedeni de budur.

Eros, çağımızda bir de sık sık yalnızca erotiklikle sınırlanır. Yalın ve güçlü bir şekilde tanımlandığında, eros, bağlanma arzusudur. Kuşkusuz, cinsellik bu dürtüye dahil edilebilir, ama eros zengin bir biçimde farklılaşmıştır ve pek çok alanda bulunabilir. Bir tanrı olarak kutsal Eros, ilişki arandığında en azından üstü kapalı olarak, her zaman mevcuttur; tanrının kendisi unutulmuş, görmezden gelinmiş, çiğnenmiş, değersizleştirilmiş ya da ona çelişkili bir şekilde tapınılmış olunsa da, o her zaman vardır. Müzik erotiktir; dua erotiktir; şiddet erotiktir; dil erotiktir…

bunları sonsuza kadar çoğaltabilirsiniz, çünkü tanrılar sonsuzdur.

Böylesi farklı insani etkinlikleri “erotik” olarak isimlendirmek garip gibi görünebilir, tanrısal bir varlığın adının anılması bile, modern duyarlılık tarafından tuhaf olarak algılanabilir. Ama antik dönemde yaşayan insanlar bu hakka sahipti -nerede bir derinlik varsa, orada aynı zamanda bir kutsallık da vardır. Tanrıların olduğu yer, anlamın deneyimlenebileceği yerdir. Tanrıların bizden en çok istediği şey, onlara kulak vermemiz, yani, biçimlerinin maddi kabuğundan başka bir şey olmayan enerjilerinin bilinçli tanıklığını yapmamızdır. Bir tanrının herhangi bir erotik edimde gösterdiği bu derin enerjiye hizmet etmezsek, o zaman çok muazzam bir şeyi çiğnemiş oluruz.

Eros dinamik ve şekil değiştiricidir. Enerji olarak, her zaman bir yerlere gider, bağlantı kurmak, doldurmak, aşmak ister. Bize söylenene göre, tıpkı Doğa’nın bir vakumdan nefret etmesi gibi, psikemiz de boşluktan büyük bir korku duyar. Bu boşluğu doldurmaya çabalarken, çok sık olarak onu kendi kendimizle doldururuz. Nerede bir yer açılırsa, o deliğe yansıtmalar uçuşur.

Yansıtma, psikolojik bir görüngü olarak, her yerde görülen ve kaçınılmaz bir olgudur. Freud’un ibaresini ödünç alırsak, psişik enerji, çok evreli olarak mantıksızdır; yani, boşluğu doldurmak için sürekli alır, eğip büker, çevirir ve yeniden yaratır. İçlerinde bölme, ikâme etme ve yüceltmenin sadece birkaçı olan, çoklu stratejiler kullanır. Eros, kutupsallıklara bölünür, bu yüzden aşk ve nefret her verili ilişkide mevcut olabilir. Eros, Sevgili’nin narin teknesinde Kozmik Öteki’ni ararken başkasının yerine geçer. Eros, kozmik ihtiyacını Muhteşem Baba ya da Ebedi Anne arayışında boş göklere aktarırken, yücelir. Küçük bir selüloit karesinin uzaktaki bir ekrana tarihöncesi canavarları yansıtabilmesi gibi, bireyin kendine özgü garip tarihi tarafından süzülen eros enerjisinin akışı, psişik portresiyle gökyüzünü bile doldurur.

Hiç kuşkusuz, bütün yansıtmalar bilinçdışı olarak gerçekleşir; kişi, “Bir yansıtma yapmışım” dediği anda, bunu geri alma sürecine girmiştir bile. Bilincimize sahip çıkmaya, genel olarak, Öteki bizim yansıtmamızı yakalayıp tutmayı ve geri yansıtmayı başarmadığı zaman başlarız ancak. Psike’nin temel bir yasası varsa eğer, o da, bilinçdışının yansıtılacak olmasıdır. Zaten Jung da, şu gözlemi bu yüzden yapmıştı: “Bir içsel durum bilinçli hale getirilmezse, dışarıya kader olarak çıkar.” Ne ki, psike, hepsi de bilinçdışı olan enerji, kompleksler ve (Jung’un anima, animus, gölge gibi adlarla neredeyse-mitolojik statü kazandırdığı) arketipal (archetypus: Jung’a ait düşünüşte önemli bir işlev görür, manaca “tözsel / ilksel tip”i verir. C. Cengiz) biçimlerin bölünmüş parçacıklarından oluştuğundan, yansıtma için her zaman bol bol fırsat vardır. Bilinçdışını, tanımı ya da uygulaması açısından hiçbir zaman bilemeyeceğim gibi, aynı şekilde kendi başına hareket edebilecek ve bildiğim şekliyle dünyaya bir Maya, ya da yanılsama peçesi örtebilecek enerjileri de hiçbir zaman bilemem.

Kant, iki yüzyıl önce, kişinin Ding-an-Sich’i “kendi içinde şey“i, yani dışsal gerçekliğin temel niteliğini asla bilemeyeceğini, fakat kişinin sadece kendi psişik deneyiminin öznel, görüngüsel işleyişini bileceğini ileri sürmüştü. Totoloji ile söyleyecek olursak, biz ancak deneyimlerimizi deneyimleyebiliriz! İnsani deneyimin köklü öznelliği üzerindeki ısrarında, Kant, metafiziğe, mutlak gerçeklik arayışına son vermiş, ama bu arada psikolojiyi, yani içsel sürecin izini sürmeyi gerekli bulmuştur.

Bütün ilişkiler, bütün ilişkiler, yansıtmada başlar.” İki yıl önce, bir Batı kıyısı kentindeki atölye çalışmalarıma bu basit, kategorik ifade ile başladım. İlk paragrafın kalanını bitirmeme fırsat kalmadan, ilk cümleyi yakalayan iki ayrı kişiden gürültülü ve coşkulu itirazlar geldi. “Ama kimi zaman bilirsiniz” diye üstelediler. “Karşınızdaki doğru kişidir.” Ancak gözle görülmeyen bir kompleksin varlığı, tıpkı bir mayın gibi, böylesine kabına sığmaz bir enerjinin sorumlusu olabilir. Herbiri, Öteki’nin, özellikle de Sevgili olarak gördüğümüz Öteki’nin tanınabileceğini, söylediler ısrarla. Kuşkusuz, hepimiz sezgisel bir işleve sahibiz, bazılarımız ötekilerden daha çok kullanırız bu işlevi; bazen iyi de olur. Bir şeyin doğru olduğunu “sezeriz“; bir hileden kuşkulanır, âdeta “kokusunu alırız“; “iliklerimizde” hissederiz. Ama aynı zamanda sık sık da yanılırız.

Bu soruyu soranlara, daha ilk anda doğru kişi olduklarını anladıkları kişilerle, Sevgilileriyle, hâlâ birlikte olup olmadıklarını sormamak için kendimi zor tuttum. Bu büyük başlangıç içgörüsünün, yıllar içinde doğru çıkıp çıkmadığını, Öteki ile ilişkinin gerçek bir kalıcılık gücüne sahip olup olmadığını merak etmiştim. Acaba eros bağlantısı, daha ilk andaki kadar güçlü devam ediyor muydu? Ben bundan kuşkuluydum doğrusu, çünkü genellikle böyle olmuyordu. Ne ki, bir fikrin, tastamam tanımı karmaşık olsa da etkili bir biçimde yüklü bir fikrin gücü böyledir. Buna benzer bir fikri karmaşık olarak adlandırmak, kesinlikle onun değerini düşürmez; bir karmaşa, basit bir biçimde söylemek gerekirse, psişik mahzenimizde bağımsız bir şekilde duran bir dolu enerjiye sahip bir fikirdir.

Bir karmaşanın gücü, hiçbir zaman abartılamaz; aslına bakılırsa, karmaşa, gerek bireysel tarih gerek kolektif kültürü dürtüleyen şeydir. Özellikle iki büyük fikir ya da kompleks, hepimizin yaşamını hareketlendirir. Her ikisi de yanlıştır ve biz bilinç düzeyinde onların yanlış olduğunu bildiğimiz halde bunu inkâr etmenin, dağıtmanın, akılcılaştırmanın sonsuzcasına yollarını buluruz.

İlk büyük yanlış fikir, ölümsüzlük fantazisidir. Ölümlü olduğumuzu biliriz; elimizde bir dolu istatistik vardır; gazeteleri okuruz. Gene de, her birimizin içinde, kendimizin bundan bağışık olduğunu düşündüren bir şey vardır. Her nasılsa, bizim bunun bir istisnasını oluşturduğumuzdan ve sonsuza kadar yaşayacağımızdan eminizdir. Kuşkusuz, durumun bunun tersi olduğunu biliriz, fakat bu fantazi muazzam bir dayanıklılığa sahiptir.

İnsanlığı güdüleyen öteki büyük yanlış fikir, Büyülü Öteki fantazisi, yani dışarda bir yerlerde, yaşamlarımızı işlerliğe kavuşturacak biri, kişisel tarihimizin yıkıntılarını onaracak bir ruh yoldaşı; bizim için orada bulunan, zihinlerimizi okuyacak, ne istediğimizi bilen ve bu en derin ihtiyaçları karşılayan biri; bizi çektiğimiz acılardan koruyacak ve eğer talihliysek, tehlikeli bireyleşme yolculuğundan bizi kurtaracak bir ebeveyn, tam bize uygun bir insan bulunduğu kavramıdır. Gerçek anlamda popüler kültürün tamamını körükleyen işte bu fikir ile onun serpintileridir -Büyülü Öteki arayışı, onu bulmak, bu Öteki’nin bir insan olduğunun keşfedilmesinin getirdiği yılgı ve yenilenen süreç… Arabadaki radyonuzda bundan sonraki on şarkıyı dinleyin. Bunlardan dokuzu Büyülü Öteki’ne yönelik arayış hakkında olacaktır.

Büyülü Öteki’nin arayışının ardında, anne baba imgelerinin arketipal gücü yatar. Kendimizle ilgili ilk deneyimimiz bu İlk Ötekilerle, genellikle anne ya da baba ile olan ilişkilerimizdedir. Bilincin kendisi, çocuğun duyarlılığını belirleyen ilksel participation mystique’in bu bölünüşünden doğar. Dolayısıyla ben, Öteki paradigmaları ile bu ikisi arasındaki etkileşimler, bu en erken deneyimlerden şekillenir. Bunlar nörolojik ve coşkusal ağlarımıza derinden kazınmışlardır.

Uzun bir süre birlikte yaşayan çiftlerin gitgide birbirine benzediklerine değinilmiştir. (İnsanlar ve köpekleri de birbirini andırmaya başlar, ama bu başka bir hikâyedir.) Ya da, insan ellilerine girerken, eşi onun anne/babasına benzemeye başlar. Birbirlerine Baba ya da Anne diye hitap eden şu yaşlıca çiftleri bir düşünün. Bu tür görüngüler, eşe yönelik ilk baştaki çekime büyük ölçüde ebeveyn imgesinin kılavuzluk ettiğini düşündürüyor. Bu bilinçdışı imge, biri gelip de onu yakalayıp tutuncaya değin, potansiyel eşlere yansıtılıyor.

Böyle bir büyükler imgesinin derinliğini ve gücünü tam olarak bilmek mümkün değil, çünkü bu bilinçdışıdır ve üzerinde kafa yoracak bilincin ortaya çıkışından önce programlanır. Kimi zaman kişi anne babayla bilinçli ilişki alanından gelen belirli bir niteliğin farkına varacaktır. Aranan eş, sözgelimi sürekli ve güvenilir olmalı ya da bir zamanlar anne babanın verdiği bir güvenlik duygusunu sunmalıdır. Daha sık olarak, ebeveyn-çocuk ilişkisinin patalojisi açık açık ortadadır. Suiistimale uğramış kaç çocuk, çaresiz bir şekilde ilksel paradigmayı tekrar ederek suiistimalcilerle ilişki kurmuştur? Alkoliklerin çocukları olan kaç yetişkin, bağlanabilecekleri bağımlı kişilikler bulur kendisine? Bu kalıplar sık sık bilinçdışında uykuya yatar ve onlarca yıl boyunca ortaya çıkmaz. Kimi zaman kişi bir ilişkiye son verir ve bilinçli olarak bağlanacağı tümüyle farklı birini arar, ki bu da önceki ilişkiyi karakterize eden bildik dinamikleri yineleyecek bir ilişki olacaktır.

Yinelenen şey, kuşkusuz, ilişkinin dış görünüşü değil, psikodinamiğidir. Kim, kafasında, birini arar da, “Benim çocukluk yaralarımı yinelemeni istiyorum. Seni, bana bu kadar aşina geldiğin için seviyorum” der ki? Ne ki, bunu her zaman yapıyoruz. Kişinin yakın ilişkinin oluşumunun ne kadar az bilincinde olduğu, bildiğimiz şeye karşı programlanmış arzumuzun ne denli güçlü olduğu gerçekten korkutucudur. Bilinen aranandır, bu bilinen yaralayıcı bile olsa.

Demek ki, Büyülü Öteki, bizim psişik tarihimizin bütün o çökeltileriyle yüklüdür. Eğer bize sahip olan bir düşman varsa, o da bilinci gaspetmek, bakış açısını çarpıtmak, tercihi zehirlemek ve kendi yinelenmesinin peşinde koşmak yeteneğiyle birlikte o tarihin gücüdür. Psikoterapinin çeşitli görevleri arasında, en azından davranış kalıpları, semptomatoloji ve düşlerin incelenmesi yoluyla bilince çıkartabildiği kadarıyla, bu tür tarihle yüzleşmeyi sağlamaktır. Bu karşılaşma kimi zaman şoke edici, zaman zaman bunaltıcı ve her zaman küçük düşürücüdür. Tıpkı olgun yetişkinin, dönüp yeniyetmelik döneminin tercihlerine baktığında ve kendisini günün birinde belirli bir tür ilişkinin yüzeye çıkmasına doğru yöneltebilecek bilinçdışı dinamikleri ne kadar az anladığını acıyla kabul etmesi gibi. Ve o zaman gördüğümüz, çok ender olarak hoş bir resimdir.

Kaynak: J. Hollis, Cennet Projesi: Büyülü Öteki’nin Arayışında (The Eden Project: In Search of the Magical Other), Çev. Gül Çağalı Güven, Tavanarası Yay., 2002. (Sf.39-46)

1 comments on “James Hollis, Cennet Projesi’nden "Eros, Yansıtma ve Büyülü Öteki"

  1. seda
    14/09/2011

    Bu aralar bu kitabı okuyorum. Büyülü Öteki diye bir kavram var mı diye ararken bu yazıya rastladım. Ne güzel, kitabı okuyan başkaları da varmış, Tavanarası yayınevinin depolarında kalan kitaplardandı, sahaflarda bulmuştum, şimdi sırası geldi ve okuyorum. Aslında herşeyin bir açıklaması var gibi oluyor değil mi böyle metinler okuduğumuzda. Yazı belki bir gün birinin daha oltasına takılır. Kim bilir?

Yorum bırakın