Dr. C. Cengiz Çevik (Klasik Filolog) – Blog

Birtakım filolojik hassasiyetler: Eskiçağ ve günümüze dair kişisel okumalar ::: İstanbul Üniversitesi, Latin Dili ve Edebiyatı bölümü, Dr.

Gran Torino ve Eastwood


Şöyle demiştim bir keresinde: Eğer gerçekten kendisini tanıyor olsaydım, tek bir soru sorardım. ‘Bay Clint Eastwood, oynadığınız bütün filmlerde size verilen rolleri siz mi yoğurdunuz?’ Müthiş karizma, müthiş ağır abi klasmanında kendisi. Benim için asla yeri doldurulamayacak bir aktör olarak kalacak; ancak gerçekten merak ediyorum, kendisi gelen tekliflere karşı ya çok seçmeci ya da fazlasıyla karışmacı, fakat hangisi?(1)
Gran Torino’yu izlerken yine bunu düşündüm; hangi durumda olursa olsun yere tükürmeyi seven ayrıca elinden birayı eksik etmeyen Eastwood efsanesi, gelinen bu noktada böyle görünmek istediğini aktarmış oluyor. “Nasıl görünmek?” Daha filmin başında karısını kaybetmiş yaşlı amcanın hayata küsüşünü izlemeyeceğimi biliyordum; çünkü Eastwood bana bir hesaplaşmanın, son bir durum değerlendirmesinin eşiğinde olduğunu anlatmaya çalışıyor. Burada bir yalnızlık var ama bu karısını kaybettiği için içine düşmüş olduğu bir dehliz değil; Eastwood’un kendisiyle ilgili, kendisinden ötürü içinden çıkamadığı bir lekelenmenin “günah çıkarma” bahanesi altında itirafı. Spagetti Western’de adı olmadığı gibi yeri yurdu Clint Eastwoodya da herhangi bir bağı olmayan asinin, şehir hayatında en pis işleri üstlenen, namlusu büyük silahıyla suçlulara ürküntüyü hissettiren polis olması ve artık gelinen noktada olaydan, gürültüden patırtıdan elini ayağını çekmesi öylesine bir bütünlük arz ediyor ki, bunu göremeyen Eastwood’u da anlayamaz.
Gran Torino, başlı başına bir Eastwood temizlenmesi. Karısının ölmeden evvel genç (bakir) rahibe verdirdiği söz gereğince istemeden de olsa “yaşam-ölüm” sorgusuna düşmüş gibi duruyor. Oysa Eastwood, Vietnam’da askerken 10 küsur insanı (çoluk çocuk demeden) öldürmüş olmanın vicdan azabını tüm yaşamına aksettirmiş, en nihayetinde en başa dönerek yapayalnız (bağsız) kalmış Walt Kowalski karakteriyle yine ve yine aslında kendi serkeşliğini sunmuş oluyor. Eastwood, son on yılın, tartışalım diye ortaya atılmış popüler konu başlıklarından “ötekileştirme” mevzusu üzerinden giriştiği bu Kowalski muhasebesinde aslında müthiş bir kurgu estetiği sunuyor.
Farklı kaygılar, sıkıntılar iç içe girmiş durumda; yabancı düşmanlığı, önyargılar ve kendi evlatlarına “bile” yabancılaşma derken izleyicilerin gerekli mesajları alması; Eastwood’un kendi oyunculuk kariyerine koyduğu noktanın ehemmiyetini estetik açıdan daha da arttırıyor. Çünkü “bana ne Eastwood’un kariyerinden, jübilesinden; ben adam gibi film izlemeye geldim” diyebilme ihtimali bulunan izleyici, düşünsün tartışsın hatta gerekli mesajları çıkarsın diye başka bir konuyla oyalanmış oluyor. Bana kalırsa bu, bilinçli bir tercih. Kowalski’de beliren “yabancı karşıtlığı” başından itibaren pasif boyutta; hatta yan eve taşınan ailenin ninesi kendi dilinde “Yaşlı beyaz adam niye orada dikiliyor? Tüm Amerikalılar taşındı bu mahalleden. Sen niye defolmadın? Neden çekip gitmedin seni aptal ihtiyar?” demesi belki de benzer sıkıntıları yaşayan Amerikalılar’ın günlük hayatta karşılaştığı ve ona karşı refleks geliştirdiği bir durumu göstermesi bakımından önemlidir. Oturduğu mahalleye bakarsak, Kowalski’nin yani beyaz Amerikalıların ötekileştirildiğini, yalnız bırakıldığını rahatlıkla görürüz. Bu yüzden Beyaz adamın, sevgiyi, kendisi gibi olan beyaz ve yerli Amerikalılarda bulamayıp kendisi gibi olmayanlarda aile şefkatini hissettiğini söylemek doğru olmakla birlikte, eksiktir.
Dirty Harry

Dirty Harry

Eksiktir, çünkü Eastwood gibi adamların (Kowalski’yi tam anlamıyla Eastwood’un kendisi olduğunu söylüyorum; evvelki Eastwood yazımda da belirttiğim gibi, o hep kendini oynamıştır.) “öteki” ile olan ilişkisinde sorunlar ırk, din veyahut cinsiyet zemininde olmaz diye düşünüyorum. Kowalski’nin İtalyan berberle, barda bira içtiği arkadaşlarıyla ya da Thao için aracı olduğu İnşaatçıyla iyi geçiniyor gibi görünmesi bile yanıltıcıdır; o tümüyle Eastwood karakteriyle yalnızdır; kendisi dışında kimse onu anlayamaz. O tümüyle Eastwood’dur; Kowalski’nin evvelini bilmiyor olsaydık ya da bir an için bu bilgiyi unutalım; onun Million Dollar Baby‘deki Frankie Dunn‘ın birkaç sene sonraki hali olmadığını kim iddia edebilir? Farklı olan nedir? Hiçbir şey. Hatta boksör kızımız Maggie Fitzgerald‘ın başına gelenlerden sonra, Frankie’nin ortalıktan kaybolduğunu dahası yaşadığı derin pişmanlığın, acının (bile bile lades olmanın, gencecik bir kızın hayatını karartmış olmanın) onda bıraktığı etkiyi burada Kowalski’nin yaşına özgü dingin hırçınlığında, yalnızlığında göremez miyiz? Sözün özü, Eastwood’un oynadığı her karakter, Eastwood’un çizdiği ya da sıkı takipçilerinde (örneğin ben) çizilen tasvirin belli sınırları içinde kalır; o halde Gran Torino’daki “ötekileştirme” problemini de bu çerçevede incelememiz gerekiyor.

Akıllara şu örnek de gelebilir: Ya yan eve beyaz Amerikalı bir aile taşınsaydı? Kowalski’nin başından itibaren sevecen ve babacan davranacağını mı sanmamız gerekiyor? Bana göre hayır. Ancak tekrar etmekte fayda görüyorum: Filmde elbette ki, yabancı düşmanlığı, “öteki” problemi konusu işleniyor. Ama dediğim gibi, bu filmi Eastwood için izlemeyen, para verdiği ya da zaman ayırdığı için izleyen (ve haliyle karşılığını almak isteyen) izleyici için bir kaygı ortaya konuyor. Zaten bunu Eastwood’un kendisi de filmle ilgili konuşurken itiraf ediyor:

Kowalski is haunted from his past. And all his friends are dying or dead. Everybody is dead. And that’s the way it is when you’re 78 years old. I like the fact that Kowalski learns something. I had to put

him in that kind of extreme situation in order to take even one step on a journey toward tolerance of other people and other customs. He’s thinking of these people as barbarians for cutting off the heads of chickens. That seems like a big deal to him. But he’s cut off human heads or whatever.”(2)

Uğur Vardan’ın tespiti de benzer anlamı veriyor:

“‘Gran Torino’, öncelikle bir dönüşüm, hatta bir kabuk değiştirme hikâyesi. Başta ‘rahmetli’ karısını, gittiği kilisede verdiği öğütlerle ‘kafaladığını’ inandığı genç rahibe olmak üzere etrafına huzursuzluk saçan yaşlı bir adamın, boşlukta uzanan elinin sonuçta Güneydoğu Asyalı komşuları tarafından tutulmasıyla birlikte yaşadığı değişimi anlatan film, ilk büyük yapıtlarından biri ‘Hoşgörüsüzlük’ (DW Griffith) olan bir sinemanın, aradan geçen onca zamanın ardından hâlâ eski meseleleriyle haşır neşir olduğunu da gösteriyor aynı zamanda. Öte yandan Eastwood ve senaristi Nick Schenk, bu topraklarda da benzer şekilde yaşanan ve toplumun ‘öteki’lerini kendine katma konusundaki bağnazlığa ilişkin de, sanki ta oralardan evrensel bir mesajı yolluyor gibi.” (3)

W. Beard’ın “Persistence of Double Vision: Essays on Clint Eastwood” (4) adlı eserinde, Eastwood’un bir muamma (puzzle) olduğundan söz edilir. Eastwood’da öyle bir muamma, yani bulmaca söz konusu ki; “monolithic” (yekpare), alışılmadık, gizemli figürü çözülmeyi bekler. Bana kalırsa çözümün başlıca hareket noktası Eastwoodvari topluluk dışına itilmişliğin kendisinden, dışarısının nasıl göründüğüdür. Aristoteles’in büyük şehirlere yakıştırdığı (magna civitas, magna solitudo) “magna solitudo”yu yani “büyük yalnızlığı” iyi tahlil etmemiz gerekiyor. Eastwood büyük yalnız; içine düştüğü durumlar onu çözülmeyi bekleyen puzzle’a dönüştürüyor. Aksi halde Gran Torino’nun finalinde, bütün oyunculuk kariyerini dolduran “eli silahlı” karakterin bir şekilde silahsızlaştırılması yani arınmanın gerçekleştirilmesi basit bir “ey Amerikalılar silahsızlanın” mesajıyla açıklanamaz.

Eastwood’un gardı düşmüş değil. Muammalar çözüldükçe anlamlanır; başka bir biçimde tanımlanır; dönüştüğü yeni biçimin de Eastwoodça olduğunu unutmamak gerek.


Gran Torino’dan Dirty Harry’nin haşinliğini anımsatan nadide mottoları hatırlayalım:

Thao’ya
“Biraz saygın olsun çük kafa, yas tutuyoruz burada.”
*

Rahibe

“Karıma gösterdiğiniz incelik için teşekkür ederim. Söyleyeceğinizi söylediğinize göre neden gidip diğer koyunlarınızla meşgul olmuyorsunuz?”

“Bence sen, batıl inançları olan yaşlı kadınların ellerini tutmak isteyip onlara sonsuzluğu vaat eden, fazla eğitim görmüş 27 yaşındaki bir bakiresin.”

“İşler ters gittiğinde, çabuk harekete geçmen gerekir. Biz Kore’deyken, çığlık atan binlerce pislik bizim topraklarımıza gelirken polisi çağırmadık. Harekete geçtik.”

“Bir adamı en çok kovalayan şeyler, emredilmeden yaptıklarıdır.”
*

“Evine git” diyen Serseriye

“Tabii, yüzüne bir delik açıp sonra eve gideceğim ve bebekler gibi uyuyacağım. Bundan emin olabilirsin. Kore’de sizin gibi hergelelerden 1,5 metre istifler, kum torbası yerine kullanırdık.”
*
Zenci serseriye

“Hiç bulaşmaman gereken biriyle karşılaştığının farkına vardın mı? İşte o benim.”
Notlar:

1. http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?id=15447607.
2. http://theenvelope.latimes.com/awards/sag/la-en-eastwood7-2009jan07,0,7879278.story.
3. http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&ArticleID=924857&Date=06.03.2009&CategoryID=120&fc=ok
4. W. Beard, Persistence of Double Vision: Essays on Clint Eastwood, Introduction, p.ix, University of Alberta Press, 2000.

2 comments on “Gran Torino ve Eastwood

  1. Anonymous
    21/03/2009

    >louis van gaal – deco – hamburg.

  2. Anonymous
    14/03/2010

    >Clint baba sen bizim herşeyimizsin.

Yorum bırakın