Birtakım filolojik hassasiyetler: Eskiçağ ve günümüze dair kişisel okumalar ::: İstanbul Üniversitesi, Latin Dili ve Edebiyatı bölümü, Dr.
Eksiktir, çünkü Eastwood gibi adamların (Kowalski’yi tam anlamıyla Eastwood’un kendisi olduğunu söylüyorum; evvelki Eastwood yazımda da belirttiğim gibi, o hep kendini oynamıştır.) “öteki” ile olan ilişkisinde sorunlar ırk, din veyahut cinsiyet zemininde olmaz diye düşünüyorum. Kowalski’nin İtalyan berberle, barda bira içtiği arkadaşlarıyla ya da Thao için aracı olduğu İnşaatçıyla iyi geçiniyor gibi görünmesi bile yanıltıcıdır; o tümüyle Eastwood karakteriyle yalnızdır; kendisi dışında kimse onu anlayamaz. O tümüyle Eastwood’dur; Kowalski’nin evvelini bilmiyor olsaydık ya da bir an için bu bilgiyi unutalım; onun Million Dollar Baby‘deki Frankie Dunn‘ın birkaç sene sonraki hali olmadığını kim iddia edebilir? Farklı olan nedir? Hiçbir şey. Hatta boksör kızımız Maggie Fitzgerald‘ın başına gelenlerden sonra, Frankie’nin ortalıktan kaybolduğunu dahası yaşadığı derin pişmanlığın, acının (bile bile lades olmanın, gencecik bir kızın hayatını karartmış olmanın) onda bıraktığı etkiyi burada Kowalski’nin yaşına özgü dingin hırçınlığında, yalnızlığında göremez miyiz? Sözün özü, Eastwood’un oynadığı her karakter, Eastwood’un çizdiği ya da sıkı takipçilerinde (örneğin ben) çizilen tasvirin belli sınırları içinde kalır; o halde Gran Torino’daki “ötekileştirme” problemini de bu çerçevede incelememiz gerekiyor.
Akıllara şu örnek de gelebilir: Ya yan eve beyaz Amerikalı bir aile taşınsaydı? Kowalski’nin başından itibaren sevecen ve babacan davranacağını mı sanmamız gerekiyor? Bana göre hayır. Ancak tekrar etmekte fayda görüyorum: Filmde elbette ki, yabancı düşmanlığı, “öteki” problemi konusu işleniyor. Ama dediğim gibi, bu filmi Eastwood için izlemeyen, para verdiği ya da zaman ayırdığı için izleyen (ve haliyle karşılığını almak isteyen) izleyici için bir kaygı ortaya konuyor. Zaten bunu Eastwood’un kendisi de filmle ilgili konuşurken itiraf ediyor:
“Kowalski is haunted from his past. And all his friends are dying or dead. Everybody is dead. And that’s the way it is when you’re 78 years old. I like the fact that Kowalski learns something. I had to put
him in that kind of extreme situation in order to take even one step on a journey toward tolerance of other people and other customs. He’s thinking of these people as barbarians for cutting off the heads of chickens. That seems like a big deal to him. But he’s cut off human heads or whatever.”(2)
Uğur Vardan’ın tespiti de benzer anlamı veriyor:
“‘Gran Torino’, öncelikle bir dönüşüm, hatta bir kabuk değiştirme hikâyesi. Başta ‘rahmetli’ karısını, gittiği kilisede verdiği öğütlerle ‘kafaladığını’ inandığı genç rahibe olmak üzere etrafına huzursuzluk saçan yaşlı bir adamın, boşlukta uzanan elinin sonuçta Güneydoğu Asyalı komşuları tarafından tutulmasıyla birlikte yaşadığı değişimi anlatan film, ilk büyük yapıtlarından biri ‘Hoşgörüsüzlük’ (DW Griffith) olan bir sinemanın, aradan geçen onca zamanın ardından hâlâ eski meseleleriyle haşır neşir olduğunu da gösteriyor aynı zamanda. Öte yandan Eastwood ve senaristi Nick Schenk, bu topraklarda da benzer şekilde yaşanan ve toplumun ‘öteki’lerini kendine katma konusundaki bağnazlığa ilişkin de, sanki ta oralardan evrensel bir mesajı yolluyor gibi.” (3)
W. Beard’ın “Persistence of Double Vision: Essays on Clint Eastwood” (4) adlı eserinde, Eastwood’un bir muamma (puzzle) olduğundan söz edilir. Eastwood’da öyle bir muamma, yani bulmaca söz konusu ki; “monolithic” (yekpare), alışılmadık, gizemli figürü çözülmeyi bekler. Bana kalırsa çözümün başlıca hareket noktası Eastwoodvari topluluk dışına itilmişliğin kendisinden, dışarısının nasıl göründüğüdür. Aristoteles’in büyük şehirlere yakıştırdığı (magna civitas, magna solitudo) “magna solitudo”yu yani “büyük yalnızlığı” iyi tahlil etmemiz gerekiyor. Eastwood büyük yalnız; içine düştüğü durumlar onu çözülmeyi bekleyen puzzle’a dönüştürüyor. Aksi halde Gran Torino’nun finalinde, bütün oyunculuk kariyerini dolduran “eli silahlı” karakterin bir şekilde silahsızlaştırılması yani arınmanın gerçekleştirilmesi basit bir “ey Amerikalılar silahsızlanın” mesajıyla açıklanamaz.
Eastwood’un gardı düşmüş değil. Muammalar çözüldükçe anlamlanır; başka bir biçimde tanımlanır; dönüştüğü yeni biçimin de Eastwoodça olduğunu unutmamak gerek.
Gran Torino’dan Dirty Harry’nin haşinliğini anımsatan nadide mottoları hatırlayalım:
Thao’ya
“Biraz saygın olsun çük kafa, yas tutuyoruz burada.”
*
Rahibe
“Karıma gösterdiğiniz incelik için teşekkür ederim. Söyleyeceğinizi söylediğinize göre neden gidip diğer koyunlarınızla meşgul olmuyorsunuz?”
…
“Bence sen, batıl inançları olan yaşlı kadınların ellerini tutmak isteyip onlara sonsuzluğu vaat eden, fazla eğitim görmüş 27 yaşındaki bir bakiresin.”
…
“İşler ters gittiğinde, çabuk harekete geçmen gerekir. Biz Kore’deyken, çığlık atan binlerce pislik bizim topraklarımıza gelirken polisi çağırmadık. Harekete geçtik.”
…
“Bir adamı en çok kovalayan şeyler, emredilmeden yaptıklarıdır.”
*
“Evine git” diyen Serseriye
“Tabii, yüzüne bir delik açıp sonra eve gideceğim ve bebekler gibi uyuyacağım. Bundan emin olabilirsin. Kore’de sizin gibi hergelelerden 1,5 metre istifler, kum torbası yerine kullanırdık.”
*
Zenci serseriye
“Hiç bulaşmaman gereken biriyle karşılaştığının farkına vardın mı? İşte o benim.”
Notlar:
1. http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?id=15447607.
2. http://theenvelope.latimes.com/awards/sag/la-en-eastwood7-2009jan07,0,7879278.story.
3. http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&ArticleID=924857&Date=06.03.2009&CategoryID=120&fc=ok
4. W. Beard, Persistence of Double Vision: Essays on Clint Eastwood, Introduction, p.ix, University of Alberta Press, 2000.
>louis van gaal – deco – hamburg.
>Clint baba sen bizim herşeyimizsin.